Perşembe

Nadi Güler: "Bir pathcwork, bezeme estetiği ve kermes mantığı içinde düzenlenen sergi..." Cem Gencer: "Görüntü kirliliği..."

"Artologue" isimli -artık aktif olmayan- sanat forumunda yayınlanan, sanatçı nadi güler ve forum yöneticisi sanatçı cem gencer'in (forum admin) sergi üzerine yorumları ve hakan akçura'nın cevabı:

nadi
moderatör
Posted - 18/05/2001 : 09:52:36

Yaşamayan bilemez, ilkokuldayken bazı günler "aşı" olurdu ve bütün çocuklar olarak biz sıraya girerek, hemşire ve doktor kılıklı adamların iğne yapmasını beklerdik. Bu kadere boyun eğmek gibiydi, esas yapılması gereken ise, bu aşıdan kaçmak, kaytarmak, iğne olmadan olmuş gibi göstermekti. İğneden kaytarıp diğer çocuklar gibi kolumuz iğneden çok ağrıyormuş gibi yapardık.

Şimdi bunu neden anlattım bilmiyorum, ama galiba bu akşam 18:00'de bu sergiye bahane uydurup gelemeyecek olanlar için söylediğimi sanıyorum;

Aynalı Sergi / Hakan Akçura

Böyle bir kaotik, didaktik, romantik ve yapısal olarak problemli bir hatıra defteri estetiği barındıran bu sergi nasıl bir kimlik taşır, tortu bırakır? Öncelikle böyle bir serginin benim ilgimi çeken tarafı, çoklu problemleri bünyesinde taşıması. Bu problemler toptan bir çözülmeye uğrar mı, bilmiyorum. Sergide bir sürü insanın laf salatası sayabileceği ve serginin % 70’ini dolduran yazı malzemesi garip bir şekilde bir dokuya dönüşüp, istenirse bütün anlamlarından feragat edebiliyorlar. Belki de teknik olarak direkt duvara yapıştırıldığı için, yazı olarak varolabildiği gibi, tipografik bir yığına dönüşerek bir takım korkularının yersiz olduğunu da hatırlatıyor.

"Sevgili Hakan sen bu satırları okuduğunda beni hatırlayacaksın ama…" türünden yazılar ilk başta insanın kafasını karıştırsa da, bir süre sonra naifliğiyle, içtenliği ve sıradanlığıyla sizi sanki girdiğinizden farklı bir mekana alıyor, sanki evin "misafir odası"na geçiyorsunuz. Annesinin, komşusunun, en çok gittiği barın barmeninin...
(arkası yarın)

nadi
moderatör
Posted - 19/05/2001 : 23:11:02

Aynalı sergi 2

...yolladığı viski şişesi, bir kitap, bir uçurtma, bir tişort, bazı ses kayıtları ve bezdirici sayıda metin, size yol gösteriyor. Bunca yıldır izleyici psikolojisi altında ezilmiş güruhun yaratma çabasını gördüğümüz sergi, onların kimlik savaşını sonuna kadar gözlerimizin önüne seriyor. Denilebilir ki Hakan Akçura’nın "aynalarımı istiyorum" çağrısına katılan yaklaşık 250 kişi naifliklerinden bir imparatorluk kurmuştur.

Keskin tarafımızdan bakmaya devam ediyoruz. Sanatı hep bir üst yapı kurumu olarak sayan ve bu anlamda işleri, sergileri yargılayan gözümüz, bir sergi mekanına toplanmış 250 naifi pek bir şeye benzetemiyor. Bir pathcwork, bezeme estetiği ve kermes mantığı içinde düzenlenen sergiyi yapısal olarak incelediğimizde ortaya çıkan sonuç; Hiçlik. Hakan Akçura’nın okul aile birliğinin bir yıl sonu kermesi. Bir imece ve information ofisi mantığı arasında toplanmış sergide, insanların Hakan Akçura üzerinden kendi duyarlılıklarını göstermelerine şahidiz.

(arkası yarın)

Admin
Forum Admin

serginin benim üzerinde bıraktığı imaj, tüm bu malzemelerin bir dokuya dönüşmesi; ama incelemesinden yorulduğum ve sıkıldığım bir doku... görüntü kirliliği... serginin odak noktasında hakan akçura'nın oluşu zaten beni bir süredir düşündürüyordu; kendisini anlat(a)mayan ve başkalarının yansımalarına başvuran birinin kendisi hakkında, ama kendisine ait olmayan bir belleği. sergilenen 'işlerin' ne derecede bir seçimden geçirildiği, ya da sansüre tabii olup olmadığı düşündürücü. kişisel görüşüm, sanatçının belirli bir miktarda denetleme yapmış olduğu...

Nadi'nin bezeme estetiği tanımına katılıyorum. Bunun sanata ve sanatsal olana katkını anlayabilmiş değilim. Sanırım benim anlama gücüm, bu tür sergileri anlayabilecek kapasitede değil...

nadi
moderatör


Sanatta ego ve libidonun etkisini H.Akçura'nın sergisinde doubleego olarak görebilirsiniz. Ayna yollayan bir yandan, bunu isteyen bir yandan ego. Ego double olursa, lego da olur.

Admin
Forum Admin

Sergide aynanın var olması ve konunun da 'ayna' olması izleyenin yanı sıra sergiyi düzenleyenin de egosunu çoğaltmakta. çok egosentrik...

nadi
moderatör
Posted - 20/05/2001 : 19:57:31

Aynalı Sergi

Böyle bir kaotik, didaktik, romantik ve yapısal olarak problemli bir hatıra defteri estetiği barındıran bu sergi nasıl bir kimlik taşır, tortu bırakır? Öncelikle böyle bir serginin benim ilgimi çeken tarafı, çoklu problemleri bünyesinde taşıması. Bu problemler toptan bir çözülmeye uğrar mı, bilmiyorum. Sergide bir sürü insanın laf salatası sayabileceği ve serginin % 70’ini dolduran yazı malzemesi garip bir şekilde bir dokuya dönüşüp, istenirse bütün anlamlarından feragat edebiliyorlar. Belki de teknik olarak direkt duvara yapıştırıldığı için, yazı olarak varolabildiği gibi, tipografik bir yığına dönüşerek bir takım korkularının yersiz olduğunu da hatırlatıyor.

"Sevgili Hakan sen bu satırları okuduğunda beni hatırlayacaksın ama…" türünden yazılar ilk başta insanın kafasını karıştırsa da, bir süre sonra naifliğiyle, içtenliği ve sıradanlığıyla sizi sanki girdiğinizden farklı bir mekana alıyor, sanki evin "misafir odası"na geçiyorsunuz. Annesinin, komşusunun, en çok gittiği barın barmeninin yolladığı viski şişesi, bir kitap, bir uçurtma, bir tişort, bazı ses kayıtları ve bezdirici sayıda metin, size yol gösteriyor. Bunca yıldır izleyici psikolojisi altında ezilmiş güruhun yaratma çabasını gördüğümüz sergi, onların kimlik savaşını sonuna kadar gözlerimizin önüne seriyor. Denilebilir ki Hakan Akçura’nın "aynalarımı istiyorum" çağrısına katılan yaklaşık 250 kişi naifliklerinden bir imparatorluk kurmuştur.

Keskin tarafımızdan bakmaya devam ediyoruz. Sanatı hep bir üst yapı kurumu olarak sayan ve bu anlamda işleri, sergileri yargılayan gözümüz, bir sergi mekanına toplanmış 250 naifi pek bir şeye benzetemiyor. Bir pathcwork, bezeme estetiği ve kermes mantığı içinde düzenlenen sergiyi yapısal olarak incelediğimizde ortaya çıkan sonuç; Hiçlik. Hakan Akçura’nın okul aile birliği toplantısının bir yıl sonu kermesi. Bir imece ve information ofisi mantığı arasında toplanmış sergide, insanların Hakan Akçura üzerinden kendi duyarlılıklarını göstermelerine şahidiz.

Konusu ‘ben’ olan, ‘ben’i sergilemek isteyen bir sergi bu. İnsan ne yapsa hep kendini anlattığı, farklı metaforlar, kurgular ve malzemelerle zaten kendisini anlatmak zorunda olduğu bir dünyada, "ben"i ilk ağızda ortaya sunmak, bir anlamda çıkacak işlerin gündelik ve egosantrik olmasını kabullenmektir. Bu kabullenmenin oyunsuluğunu, gerilimini, polisiyesini, tutkusunu yaşayacaksınız kaçınılmaz olarak, ama bunun çağdaş sanata katkısı ne olacaktır?

Çoğunlukla kişilik özelliği sandığım, ilgilenilmeyi beklemek, birlikte olmak, sohbet etmek, sanatla iligili konularda ve yeni projelerle ilgili şeyler konuşmak ve tüm bu iletişim ve enerji akışına ihtiyacı olma durumu, görsel karşılığını bulmuş ve Hakan Akçura’nın gerçek mekanında, Dulcinea’nın alt katında sanatsal aktivite yaparak Bir Grub Terapisi ihtiyacı karşılanmış oldu. Bir Gündelik Hayat’ın karşılığı olan bu serginin etkisini uzun yıllar üzerimizde taşıyacağız.
Çünkü bu sefer katil… "uşak" değil…
(arkası yarın)

nadi
moderatör
Posted - 21/05/2001 : 18:24:58

(...) Gelecek aynaların/işlerin kavramsal ya da sanatsal olmaktan çok "kişisel" olacağını bizden önce H. Akçura biliyordu. Aynalarıyla kurduğu ilişkiyi bir alt cümle olarak tutup, tutkuyla onlara bağlanıp, platonik bir ilişki ile subjektif yansımalarını bekledi. Sergi yapısal olarak incelendiğinde bu görsel hiçlik ve naiflik imparatorluğunda önemli olan ne diye sormak gerekiyor?

Bu serginin erdemi, kimliksizliğinde. Kendi kimliğini bu kadar önde tutarak, onu anonimleştirerek, çoğaltarak/parçalayarak bir okyanusa dönüştürmesinde. Yollanan bütün aynaların kitsch’liğine bakmaksızın, aynaların "hiç bir şey" olmamasına rağmen onları sonuna kadar savunmasında, onların kimliğine bürünmesinde!
Gündelik hayatın sanata bu kadar yaklaştığı günümüzde salak bir kağıttan yapılmış şeytan uçurtması bambaşka bir anlam kazanıyor. Ben’i anlatın derken, kendini anlat demesi, "sen, ben yok, biz varız"a dönüşebiliyor. H. Akçura’nın yaklaşık bir yıldır egosunun peşinden bir misyoner gibi gitmesi, aynalar istemesi, türlü zorluklar ve belalarla onları toplaması, onları ingilizceye çevirtmesinin sonucu tek bir şeytan uçurtması olsa bile, bütün cefaya değebilirdi. Çünkü sergilenenlerin aslında hiç bir şey olmayışları haliyle H. Akçura’nın kurduğu bu aşk ilişkisi, öznesi olmasa da bir kavramsal ilahi bir aşka dönüşüyor.

İzleyicisine çok gündelik bir işmiş gibi gözüken, kütüphanede bir şey aramak gibi, bir araştırma yaparken "ya! daha geçen gün buradaydı" diye düşündürten basit bir şeyin izini sürmek gibi, sanki çok alışık gündelik bir şeymiş gibi duran bu serginin erdemi, teknolojinin gelişmesiyle teatralleşen gündelik hayatın içinden bir yanıyla nefret edilecek, diğer tarafından saygı duyulacak bir güncel sanat etkinliği çıkarmasında.
Kendime dürüst olamadığım için, sözün azına alışmam da çok zor. Beckett
(bitti...)

Hakan Akçura'nın Forum'da yayınlanan cevabı:

nadi güler, önce, sergime gelişini, gelmek zorunda kalışını, izleyişini, (bana yardım edişini, serginin yetişmesi için emek verişini de belki de) "çocukluğunun, zorunda kalarak yaşadığı aşı günlerine" benzetti.

üzüldüm. bunu o demeden sezmek isterdim. sezip, bu "zorundalığı" ona yaşatmamak bir de...

herhalde, o yine, "karnım tok" diyerek, yemek ısmarlanmasını istemediği zamanlarının alışkanlığıyla davrandı. yine anlayamadım gururunu. ama bu kadarını da anlayamayayım artık. bence zaten sorun, onun bu kabuklu gururu değil, bile bile aşının acısını yaşamak isteyen çilekeş ruhu ve o yine gelirdi aşı olmaya; ben "ne halde olduğunu" sezip de çağırmasam bile...

bu girizgahtı... o yüzden öznel bir dili hakediyordu.

ötesi ise, ancak nesnel bir dille yazılabilecek birkaç soru, birkaç önerme:

1. bir kez daha, kendi seçkinci sanatçı kimliğinin "kirlendiği" yerden feryat eden bir sanatçıyla karşı karşıyayız.

nadi güler’in, bir sergide sergilenen "işler" için seçtiği sıfatları sıralayalım: laf salatası, bezdirici, içten, sıradan, naiv, salak bir kağıttan yapılan vs.

bütünsel olarak sergiye dair sıfatları arar, bulursak şunları sıralıyoruz: problemli bir hatıra defteri estetiği, anlamlarından feragat edebilen garip doku, tipografik yığın, yaratma çabaları toplamı, kimlik savaşları toplamı, naivlik imparatorluğu, patchwork, bezeme estetiği, sanatçının okul aile birliği toplantısının bir yıl sonu kermesi, hiçlik, imece, "information" ofisi, görüntü kirliliği, bir grup terapisi vs.

ama beni daha çok, nadi güler'in sergide "işleri" sergilenen insanlara dair kullandiği sıfatlar ilgilendiriyor: bunca yıldır izleyici psikolojisi altında ezilmiş güruh, kimlik çabası içindeki "onlar", pek bir şeye benzemeyen 250 naiv, hakan akçura üzerinden kendi duyarlılıklarını göstermeye çabalayanlar, hakan akçura'nın kavramsal ilahi aşkının özneleri...

nadi güler'in dilinin akışı, vurgusunun rengi, bu kadar "yaratım dışı kalıp", "sanatın izleyicisi olmaktan öte bir edime zaten kalkışmaması gerekenler"e bir had (sınır) dayatma çabasını imliyor.

damarından kışkırtılmış, varlık nedeni piç edilmiş, samana karıştırılmış sap olmaktan "kirlenmiş" herhangi bir (büyük harfle) seçkinci sanatçının -ve tabii ki nadi güler'in- tepkisi, elbette ki anlaşılabilir.

ama ilk sanat etkinliğinden bu yana, "yaratım potansiyelinin hemen herkeste şu ya da bu kadar varolduğuna inandığını ve bunu kışkırtmayı hedeflediğini" açıklayan hakan akçura'dan neyi bekleyebilir ki?!

yazık olmuş, ellerine komet tuvalleri verilerek resmettirilmiş, o çocuklara...

kandırılmışlar. üstelik biz de kandırılmışız.

ciddi bir paradoks olarak o "güruhtan" biridir nadi güler; ama biz sanırım, onun "diğerlerinden farkı"nı, sanatçı kimliğinin sırça köşkünün ayrıcalığını bilip de okumalıyız yazdıklarını. o dahil olmayan dahillerden, sergi mekanlarının gerçek sahiplerindendir.

o katılımcı topluluk ise (güruh!), muhasebeci, mühendis, doktor, psikolog, veteriner, öğretmen, ev kadını, öğrenci ya da her ne iseler, "katilliği (sanırım sanatın kutsallığının katli sözkonusu) uşağa bile bırakmayan" hakan akçura tarafından açılan gedikten yine yerlerine yollanması gereken "sıradan insanlar"dır! insanın bu lafları böylesi genç, yetkin, "kendini bile yoketme sevdası içinde olan" bir performans sanatçısının ağzından duyduğuna inanası gelmiyor. ya da geçen yüzyılın 30'lu yıllarından bu yana tartışılan bir şeyin, şu zamanda temcit pilavı olarak yeniden pişirildiğine...

2. nadi güler'in sergiye dair kullandığı "hiçlik", "hiçbir şey" tanımları, yazının tümüne yayılan, "etkileyicilik", "iz bırakıcılık" saptamalarıyla birlikte "boşluğa düşmektedir"! hiçleşmektedir... geçiyorum.

3. herhangi bir sanat nesnesini, bağlamından kopararak, hele ki üretildiği kağıdın ne kadar "salak olduğu" gibi, ne idüğü belirsiz, örümcek kafalı malzeme tutkunu yaşlı akademist sabuklamasıyla nitelemek, cevap verilemeyecek düzeyde bir çiğlik, toyluk, en iyimser nitel-seçimle "cahilliktir" bana göre! geçiyorum.

4. herhangi bir sanat etkinliğinin ya da sergisinin "çağdaş sanata katkısı"nın ne olacağını araştırma, o sanat etkinliğini "bu cevap ile yasallama" çabası, sık rastlanan bir reflekstir. nadi güler, baştan bilinçli olarak cevapsız bıraktığı bu "yasallama sorusunu" yazısının en sonunda kendisi cevapladığı için, onun adına seviniyorum.

5. hakan akçura'nın kendi öznelerine yönelik ilahi aşkı ise, bir yanılsamadır. ama bu yanılsamaya nadi güler'in ihtiyacı vardır. çünkü, eğer ki hakan akçura, böylesi bir güruha (nasıl olmuş da olmuş da) aşk duymuyorsa, ve yine de onlardan gelenleri "kendini yokederek" adalet duygusu ve müdahalesizliği ile sergiliyorsa, nadi güler'in "bu durumu anlamasına" olanak yoktur. bu "ilahi aşk söylemi" her ne kadar beni gülümsetse bile, nadi güler'in ihtiyacına cevap vermek yerine, gerçeği söylemeyi yeğleyeceğim: aşksızım. (umarım n.g. bana rağmen bende aşk arama densizliğine kalkışmaz.)

6. sergimdeki diğer öznelere ve serginin nesnel niteliğine ilişkin bu satırları yazmak dışında, ekleyeceğim bir şey yok. "aynalarımı istiyorum" sergisinin aslında "ne olduğunu" yazmak bana düşmez. nadi güler'e teşekkür ediyorum.

7. son sözüm ise, nadi güler'in "üzerinden kendi duyarlılığını göstermeye çalışan" admin'e: "serginin odak noktasında hakan akçura'nın oluşu zaten beni bir süredir düşündürüyordu; kendisini anlat(a)mayan ve başkalarının yansımalarına başvuran birinin kendisi hakkında, ama kendisine ait olmayan bir belleği. sergilenen 'işlerin' ne derecede bir seçimden geçirildiği, ya da sansüre tabii olup olmadığı düşündürücü. kişisel görüşüm, sanatçının belirli bir miktarda denetleme yapmış olduğu..." yazmıştı bir yerlere... benim kendimi anlatmam isteğine ilişkin (tüm sorularını cevaplayacağına emin olduğum) açıklığımı kekemelerde ve paralax'ta izleyebileceği gibi (iki yıldır), istediği soruyu bana sormak konusunda da çekinmesin. sansür, denetim ve seçim konusundaki yargısına ise üzüldüm. bu sergiye gelip de, sergilenenleri görüp de, hala bunu sanabilecek tek ziyaretçim olduğundan ve olacağından ben eminim.

son söz: hegemonya, hiyerarşi ve statü sorunu bir sanatçıda varlık sorunu ise, muhalif bir kimlikten sözedemeyiz. sistem yeniden üretiliyordur...

sevgiyle...

Hiç yorum yok: